Küçükken ellerim bozkırın poyrazında kupkuru olur, çatlar ve yara olurdu. Zamanla o yaralar kahverengi bir renge dönüşür, yer yer topaklanır, ellerimin üzerini kaplardı. Daha ilkokul üçüncü sınıfta olan ben, bu yaralarla nasıl baş edebileceğimi bilemezdim. Acı eşiğim yüksek olduğundan; yaraların ince çatlaklarından yer yer çıkan toplu iğne ucu kadar küçük baloncuk kan damlalarına, ağrısına görsel ve içsel olarak dayanırdım.
Babam erken yaşta vefat ettiğinde, ben kendimi bildim bileli her şeye göğüs gerdim. Annem çalıştığı için ona hiçbir şey söylemez, bir kış boyunca kendi kendime atlatmaya çalışırdım. Bir gün sınıftaki en iyi arkadaşım olan Betül, beni özel ders aldığı etüt merkezine misafir öğrenci olarak davet etti.
Betül’ün babası avukat annesi ise öğretmen idi. Kısacası ailesi çok zengin idi ama Betül ile çok iyi anlaşırdık. Hâlâ ‘keşke gitmeseydim’ dediğim o etüt merkezinde, kendisi gibi çok zengin öğrenciler vardı.
Sınıfa girdiğimde; okuldan çok farklı görünen, rengarenk sıralarla dolu bu cıvıl cıvıl sınıf çok hoşuma gitmişti. Etüt öğretmeni güler yüzü ile sınıfa girmiş, matematik çalıştırmıştı. O zamanlar çantam yırtıldığı için ilkokul yıllarında hep klasör kullanırdım. Ders bitince klasörümü masanın üstüne koyup defter ve kitaplarımı içine dizmeye başladım. O anda çaprazımda oturan; çok zayıf, yuvarlak yüzlü, esmer bir çocuk, gözleri yuvasından fırlarcasına ellerime baktı.
Gırtlağından çıkan bir “Haa!” sesiyle “Sen hiç ellerini yıkamaz mısın be? Ellerin çok pis!” Diye haykırdı.
Neye uğradığımı şaşırmıştım. Beklemediğim bu durum karşısında dilim tutulmuş, cevap verememiştim. Âdeta donmuştum. Zayıf yüzlü bu çocuk hâlâ tüm sınıfın ortasında bana iğrenerek bakarak “Sen hiç ellerini yıkamaz mısın?” Diye söylemeye devam ediyordu.
Etrafımdaki öğrenciler ellerime bakmak için gözlerini dikip öylece kalakalmışlardı. Neden sonra ellerimi hemen sıranın altına saklamayı başardım ama hâlâ bir cevap veremiyordum. Kalbimin kırık parçaları dilimi kesmiş, hiçbir kelime konuşamıyordum. O güne kadar hayatım boyunca hiç bu şekilde utandığımı ya da aşağılandığımı hatırlamıyordum.
Nihayet arkadaşım Betül ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra zayıf yüzlü çocuğa “Susar mısın? Böyle konuşman hiç doğru değil!” Dedi. Betül öyle söyleyince zayıf yüzlü çocuk ardına bakmadan sınıftan çıktı.
O sırada kalemini unuttuğu için sınıfa geri dönen öğretmen, bizi görünce “Neden hâlâ çıkmadınız?” Diye sordu.
Öğretmenin sorusuyla yüzümü ellerim ile kapatıp hüngür hüngür ağlamam bir oldu. Sıraya kapanıp kendimden geçercesine ağlıyordum. Betül durumu öğretmene dili döndüğünce anlattı.
Öğretmen bir anne edasıyla saçlarımı okşayıp “Üzülme, bazen olur böyle şeyler.” Dedi. “Küçükken bizim köyde havalar çok kuru ve soğuk estiği için bizim ellerimizde de bunlar olurdu.” Diye devam etti.
Öğretmenin bu sözü beni biraz olsun sakinleştirmişti. Kafamı kollarımın arasından kaldırıp, ağlamaktan ıslanmış kirpiklerimin çevrelediği ürkek gözlerle öğretmenimin yüzüne baktım. Esmer tenli, iri elmacık kemikli, açık kahverengi gözlerle bana gülümsüyordu. Gülümsemesi içimi daha da ferahlatmış, kafamı kaldırıp dik bir şekilde yüzüne bakmamı sağlamıştı.
Öğretmen, “Bak sana ne diyeceğim; eve gidince küçük bir kaba ılık bir su doldur. Ellerini biraz içinde tuttuktan sonra ellerinin üstüne biraz masaj yap.” Dedi. Sonra da çantasından çıkardığı büyük beyaz bir kutuyu elime verdi. “Bunu ellerin kuruduğu zaman az az sür olur mu?”
Ben hiçbir şey söylemeden tamam dercesine kafamı salladım. Halimden durumumun iyi olmadığını anlayan bu iri elmacık kemikli öğretmen, “Eğer bu kutu biterse ve ileri ki yıllar da krem alamazsan, evdeki yemeklik yağdan çaktırmadan ellerinin üstüne sür, tamam mı?” Dedi.
Bu nasihatler karşısında Betül ve ben şaşkın şaşkın öğretmene baktık. Öğretmen, tınısı güzel ve oldukça büyük bir kahkaha attıktan sonra “Ben köyde öyle yapardım, ellerim pamuk gibi olurdu.” Dedi. Hep birlikte kapıya doğru yürümeye başladık.
Misafir öğrenci olarak ilk ve son defa girdiğim bu etüt sınıfından, hüzün ve gülümsemeyle karışık bir yüz ifadesiyle çıktım. Eve gittiğimde öğretmenin dediklerini uyguladım. Ellerim biraz olsun kendine gelmişti. Kahverengi yaralar bir silgi dokunuşu edasıyla ellerimin üstünü terk edip gitmişti.
Ardından öğretmenin verdiği kremi sürüp uyumuştum. Sabah uyandığımda sihirli bir değnek dokunmuş gibi ellerimin üstünde hiçbir şey yoktu. Üstelik hiç de acımıyordu. Sevincimden dün ki olayı bile unutmuştum. Neşe içinde okula gittim. Betül sınıfta, elinde büyük bir hediye kutusu ile beni bekliyordu.
“Günaydın!” Diyerek yanına oturdum.
Betül’de “Günaydın Merve!” Dedi. “Bunu etüt öğretmenimiz senin için gönderdi.” Deyip kutuyu uzattı.
Kutunun üstüne baktığımda hediye kurdelesi ile Merve’ye isimli pembe bir kart gördüm. Heyecanla kutuyu açtım. Kutunun içinde yirmiye yakın tüp kremler vardı. Kremleri görünce gözlerim doldu. Betül’de aynı şekilde bana bakıp hüzünle karışık gülümsüyordu.
Bu anı beni yıllarca bu kutuyu baş köşemde saklamamı sağladı. Etüt öğretmeni beni, ben etüt öğretmenini hiç unutmadım. Şimdi ben de bir öğretmen olarak öğrencilerimin ellerine, saçlarına bakıyorum. Kim bilir, belki onların da hediye kutusuna ihtiyacı vardır…
Hatice Beyazatlı