Bazı cümleler vardır; yazıldığı anda sadece bir kâğıda değil, bir ruhun derinliklerine kazınır. Edebiyat tam da bu anlarda, insanın kendi yankısını duymasını sağlar. Çünkü bir romanın sayfaları ya da bir şiirin dizeleri, aslında hep aynı şeyi yapar: suskunluğumuza tercüman olur.
Bir yazarın kaleminden dökülen kelimeler, bazen kendi iç çatışmalarını, bazen de hiç tanımadığı insanların duygularını taşır. Bu yüzden iyi edebiyat, yalnızca bir hikâye anlatmaz; aynı zamanda insanın kendini keşfetmesine izin verir. Dostoyevski’nin “suç ve ceza”sı sadece Raskolnikov’un vicdan azabını değil, hepimizin içindeki karanlıkla yüzleşme cesaretini anlatır. Ya da Sylvia Plath’in şiirlerinde hissedilen o kırılganlık, pek çok okurun kendi yaralarını görünür kılar.
Edebiyatın en büyüleyici tarafı, zamansızlığıdır. Yüzyıllar önce yazılmış bir metin, bugün hâlâ birinin kalbinde yankı bulabiliyorsa, o satırlar ölümsüzdür. Belki de bu yüzden okur, her kitapta kendine bir parça arar. Bazı romanlar bir aynadır; kimimiz o aynada gençliğimizi, kimimiz kaybettiklerimizi görürüz. Bazı şiirler ise bir sığınaktır — orada kelimelerle ağlarız, kelimelerle iyileşiriz.
Modern çağın hızlı temposunda bile, edebiyat insanın elinden tutar. Sosyal medyanın anlık tüketime dayalı dünyasında bile bir romanın, bir öykünün hâlâ nefes alıyor olması, insanın hikâyeye olan ihtiyacını kanıtlar. Çünkü kelimeler yalnızca bilgi taşımaz; anlam, teselli ve bazen de umut taşır.
Belki de bu yüzden, bir kitap kapağını araladığımızda aslında kendi içimize bir kapı açarız. Okuduklarımızla değişiriz, bazen bir karakterin korkusuyla yüzleşir, bazen bir kahramanın cesaretiyle yeniden ayağa kalkarız. Edebiyat, insana en insani şeyleri hatırlatır: sevmeyi, kaybetmeyi, direnç göstermeyi ve affetmeyi.
Son sayfa kapandığında, geriye sadece hikâye kalmaz. Biz de değişmiş oluruz — tıpkı her iyi kitapta olduğu gibi, bir parçamız orada kalır, bir parça da içimize eklenir.
Çünkü kelimeler geçer, ama yankısı asla susmaz.