Ayşen, rüzgârlı bir mart günü İstanbul’un ara sokaklarında yürürken, el yazması kitaplar satan eski bir sahafın önünde durdu. Vitrin neredeyse yoktu; cam arkasında yıpranmış kapaklı romanlar, sararmış ansiklopediler ve bir “Kapatıyoruz” yazısı asılıydı. İçeri girdiğinde, ahşap kokusu ve zamanın ağırlığı onu bir an için olduğu yere mıhladı.
“Yardımcı olayım mı kızım?” dedi içeriden çıkan yaşlı adam, kalın camlı gözlüğünü düzeltirken.
“Bodrum katına bakabilir miyim? Tezim için eski belgeler arıyorum da,” dedi Ayşen.
Adam başını salladı. “Orada pek bir şey yok ama dilediğin kadar bak.”
Bodruma inen ahşap merdivenler her adımda gıcırdadı. Nemli taş duvarların arasında raflara yığılmış kitaplar, kırık dökük sandalyeler ve bir köşeye itilmiş sandıklar vardı. Ayşen bir sandığın üstünü kaldırdı. Çürümüş defterlerin, gazete kupürlerinin arasında, zarflarla dolu bir kutu ilişti gözüne. Zarflar sararmıştı. Kimi açılmış, kimi hâlâ mühürlüydü. Bir günce ilişti üstlerine:
“Suna – Ekrem / 1983 – İstanbul – Berlin”
Ayşen’in kalbi aniden hızlandı. Parmaklarını zarfa uzattı. Tozlara rağmen mürekkepli kalemle yazılmış zarif harfler hâlâ okunuyordu. İçinden çıkan ilk mektubu dikkatle açtı.
Tarih: 4 Ekim 1983.
Sevgili Suna,
Şu anda Berlin’de bir çatı katında oturuyorum. Bu satırları sana yazarken penceremin önünden martılar geçiyor. Bu şehirde martılar bile İstanbul’u hatırlatıyor insana.
Sınırı geçtiğimde ayakkabımın içindeki gazete parçasına sıkıştırılmış bir telgraf vardı: “Yaşadığını biliyoruz.” Gülümsedim. Ölmedim ya… Belki sürgün edildim ama hatırlamak hâlâ serbest. Sesi hâlâ kulağımda, o geceki vedalaşmamızın. Elini sıkarken tutup öpmek istemiştim ama korktum. Beni izleyen gözler vardı. Senin gözlerinde ise yalnızca endişe…
Burada sana mektuplar yazacağım. Çünkü kelimelerden başka hiçbir şeye sahip değilim artık. Belki bir gün dönerim. Belki de bu mektuplar döner sana.
Seni unutmadım.
Ekrem
Ayşen’in elleri titredi. Dışarıda martı çığlıkları duyuluyordu, sanki mektubun içinden taşan bir çağrıyı yankılıyordu gökyüzü. Ekrem’in kelimeleri yalnızca Suna’ya yazılmış değildi; geçmişin bütün suskun kalmış aşklarına, bastırılmış hayallerine, yarım kalmış cümlelerineydi.
O an anladı Ayşen; bu mektuplar, sadece iki insanın hikâyesi değil, bir dönemin tanıklığıydı. Ve bu hikâyeyi artık o anlatacaktı.
Ayşen o gece mektupları yanına aldı. Sahaf sahibi “Götürebilirsin, kimse açmadı o sandığı yıllardır,” demişti. Eve vardığında masa lambasının loş ışığında kutuyu açtı. Her zarf, zamanın içinde donmuş bir hatıraydı. Kimi zarfların kenarında kahverengi lekeler, kimi harflerin üzerinde kurumuş gözyaşı izleri vardı sanki. Her biri ayrı bir nefes, ayrı bir bekleyiş…
İkinci mektubu seçti. Zarfın köşesinde Berlin damgası vardı.
Tarih: 2 Aralık 1983.
Suna’m,
Berlin’de kar başladı. Çatı katımın camlarını buğulardan silerek yazıyorum sana. Sanki kelimeler bile ısınmak istiyor.
Senin olmadığın bir ülkede yaşamak, sürekli sırtını yaslayacak duvarı aramak gibi. Burada her şey düzgün işliyor ama içimde bir şey hâlâ bozuk.
1 Mayıs sabahı gözaltına alındığımızda, seninle göz göze geldiğim anı unutamıyorum. İçinde hem öfke hem de bir veda vardı. Buradaki arkadaşlar bana “Yeni bir hayat kur,” diyor. Ama bilmiyorlar, ben hayatımı zaten birine kurmuştum. Şimdi o evin sadece temelleri kaldı içimde. Bu mektubu aldığında bilmiyorum nerede olacaksın. Ama eğer bir gün Berlin’e gelirsen, seni Rathaus Köprüsü’nde bekliyor olacağım. Belki bir ömrü değil ama birkaç dakikayı paylaşabiliriz.
Her şeyimsin,
Ekrem
Ayşen mektubu bitirdiğinde nefesini tuttu. İçini garip bir ağırlık kapladı; ne Ekrem’i tanıyordu, ne de Suna’yı. Ama satırlardaki o derin acı ve hasret sanki kendi ailesinden birinin acısı gibiydi.
Sandığın dibinde katlanmış bir fotoğraf buldu: Genç bir kadın ve bir adam, Boğaz kıyısında bir bankta oturuyorlardı. Kadının saçları rüzgârda uçuşuyor, adam kadının eline bir kitap uzatıyordu. Arkasına bir not düşülmüş:
“Yüzünü unutmamak için: Suna ve Ekrem – 1982, Ortaköy”
Ayşen ertesi gün üniversitedeki danışmanına giderek bir karar verdi: Bu mektuplar, artık sadece birer belge değil, yüksek lisans tezinin kalbi olacaktı. Ama ondan daha da ötesi Suna ve Ekrem’in yarım kalan hikâyesini tamamlayacaktı. Mektupların peşine düşecekti. Ve belki onların soyundan gelen birine ulaşabilecekti.
Ayşen haftalar boyunca mektupları okudu. Her biri, sürgünün soğuk duvarlarına çarpan sıcak bir ses gibiydi. Ekrem yazıyordu; içini döküyor, soruyor, susuyor ama hep bekliyordu. Ancak Ayşen’in elindeki yirmi mektubun sadece on sekizi Ekrem’e aitti. Geriye kalan iki mektup farklıydı. Kâğıt eskiydi ama el yazısı farklıydı, daha yuvarlak, daha endişeli. Ve ilk defa, Suna konuşuyordu. Zarfın üzerinde “Gönderilemedi – Adres bilinmiyor” damgası vardı. Ayşen, titreyen ellerle açtı.
Ekrem,
Beni unuttun sanıyordum. Mektuplarım ulaşmıyor, adresin silinmiş, tanıdıklarım ya gözaltında ya da mezarda. Geceleri rüyamda hep seni görüyorum. Uyandığımda yorganın içinde bile titriyorum.
Evde her şey eski yerinde ama biz yokuz artık. Annem seni soruyor, “onca yılın sonunda bir selam bile etmedi” diyor. Ama ben seni savunuyorum hâlâ. O gün seni uğurlarken içimde bir çığlık vardı, senin duyduğunu sandım. Belki de sadece kendi iç sesimdi.
Sana yazmak suç gibi hissettiriyor. Her harf seni biraz daha uzaklaştırıyor benden. Ama yine de yazıyorum. Çünkü bir gün dönersen, bu mektubu bulmanı istiyorum. Yüzünü unutmadım, adını her gün içimden okuyorum.
Suna
Ayşen mektubu okuduktan sonra uzun süre konuşamadı. Bu sadece bir aşk değildi. Bu, susturulmuş bir neslin çığlığıydı. Sandığın en altında eski bir defter buldu. İlk sayfasında Suna’nın ismi, altında doğum tarihi yazılıydı: Suna Akgün, 1961.
Ayşen internetten yaptığı aramalarda Suna Akgün’e dair birkaç belge buldu. 1985 yılında Almanya’ya iltica başvurusu yaptığı, başvurusunun reddedildiği, ardından izinin kaybolduğu yazıyordu. Bir gün Ankara Devlet Arşivi’nde, elinde Suna’nın dosyasını tutarken yaşlı bir görevli yanına geldi:
“Bu kadını tanıyor musun?”
“Hayır. Onun hikâyesini öğrenmeye çalışıyorum.”
“Suna benim ablamdı.”
Ayşen’in dizlerinin bağı çözüldü. Adam adını söylemeden çıkıp gitti, ama Ayşen’in içinde eksik olan bir halka yerine oturmuştu. Şimdi bu hikâyeyi bitirme zamanıydı. Ve o eksik sayfayı kendi elleriyle tamamlayacaktı.
Ayşen, Ankara’dan döndükten sonra araştırmalarını derinleştirdi. Suna’nın izini takip ederken bir belgesel yönetmeniyle temasa geçti. 1980 sonrası Türkiye’den Almanya’ya sürgün edilen kadınlarla ilgili yapılmış eski bir belgeselde Suna’nın ismine rastlandı. Berlin’deki bir arşivden temin edilen kayıtlar günler sonra eline ulaştı. Kasetin çözümlemesini yaparken ekranın bir köşesinde tanıdık bir yüz belirdi. Siyah beyaz görüntüde, başı örtülü, gözleri doğrudan kameraya bakan bir kadındı. Adı altyazıda yazıyordu: Suna Akgün – 1988, Berlin.
“Ben bu ülkeye kaçmadım, sürüldüm. Onu sevdiğim için değil, yaşamak için geldim.
Ama geride bıraktığım insanlar, şehirler, özellikle de bir kişi hâlâ içimde. Ona yazdığım mektuplar hiç ulaşmadı. Belki bir gün biri bulur ve okur. Belki o zaman hikâyem tamamlanır.”
Ayşen gözyaşlarına hâkim olamadı. Çünkü artık biliyordu: Bu mektuplar sadece bir aşkı değil, bir dönemin sessizliğini anlatıyordu. Ardından, sandığın arasına sıkışmış, daha önce açılmamış son bir zarf buldu. Açtığında içinden Ekrem’in Almanca yazılmış bir mektubu çıktı. Mektubun tarihi 1992 idi. Ve altında sadece şu cümle yazıyordu:
“Wenn du das liest, lebst du noch irgendwo in meinem Herz.”
Bunu okuyorsan, hâlâ bir yerlerde kalbimdesin.
Ayşen o mektupları dijitalleştirdi. Bir podcast serisi başlattı: “Suna’ya Yazılanlar”. Her bölümde bir mektubu okuyordu. Her dinleyici, bu sesin geçmişten bugüne nasıl bir iz taşıdığını hissediyordu. Belki de en çok da Suna’nın ve Ekrem’in var olmasına tanıklık ediyordu. Çünkü bazı mektuplar postaya verilmez. Bazen sadece zamana bırakılır.
Yazar: Azra Can