Sivas’ın Sivrialan köyünde, bastonuna yaslanmış bir adam… Yüzünde derin çizgiler, elinde bir saz, gönlünde sonsuz bir yol…
Aşık Veysel Şatıroğlu’nun hikayesi, aslında “insan olmanın” hikayesidir. Henüz yedi yaşındayken çiçek hastalığı yüzünden gözlerini kaybeder. Dünyayı bir daha göremez ama insanın içini gören o derin sezgisi, onu halk ozanlarının en bilgesi yapar.
Karanlıkta bile ışığı bulan biridir Veysel.
Bir gün düşünür; hayat neydi ki? Doğumla başlayan, ölümle son bulan uzun ve ince bir yol… O an sazına dokunur, dizeleri dökülür:
“Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece.”
Bu mısra, sadece bir türkü değil, insanın varoluşuna yazılmış bir felsefedir.
Veysel bu türküyü 1930’lu yıllarda söyler, ama her çağda yankılanır. Çünkü herkes o yolda yürümektedir aslında — kimimiz hızla geçer, kimimiz duraklar, kimimiz geri dönmek ister ama mümkün değildir.
Veysel’in türküsü, kaderi kabullenişin, tevekkülün ve bilge bir sükûnetin sesidir. Gözleri görmese de o, kalbiyle görür. Her dizesi, topraktan aldığı bilgeliği taşır:
“Dünyaya geldiğim anda, yürüdüm aynı zamanda.”
Bu sözler, varoluşun en yalın özeti gibidir: İnsan doğduğu anda yola çıkar, her nefeste biraz daha yaklaşır sona.
“Uzun İnce Bir Yoldayım”, Anadolu’nun bozkır sesidir; hem kederi hem kabullenişi barındırır. Dinledikçe insan kendi yolculuğunu hatırlar; bitmeyen bir yürüyüşü, ardında bıraktığı gölgeleri, umutları, sevdaları…
Ve sonunda Veysel’in dediği gibi anlar:
Aslında her yolun sonu aynı yere varır, ve bir sondur o yol….
Dr. Nergül YILMAZ